Sarayın ihtişamından sürgünün yoksulluğuna: Naciye Sultan’ın hatıraları
26 Kasım 1896’da Sultan Abdülmecid’in oğlu Şehzade Süleyman Selim Efendi’yle Ayşe Tarzıter Hanım’ın kızı olarak dünyaya gelen Naciye Hanım, bir yanıyla safa içinde bir yanıyla da yoksulluk, yalnızlık ve hasret içinde bir hayat süren Osmanoğulları’ndan biriydi. İttihat ve Terakki liderlerinden Enver Paşa’yla evlendi, çok kere ölümle burun buruna geldi, Cumhuriyet’ten sonra diğer hanedan üyeleriyle beraber ülkeden sürüldü ve 28 yıllık bir sürgünün ardından 1952 yılında çıkan afla beraber Türkiye’ye geri döndü.
Naciye Hanım, kendi yaşamöyküsünü 15 Aralık 1952 ile 21 Ocak 1953 tarihleri arasında Vatan gazetesinde 36 sayıda tefrika ettirdi. Kronik Kitap da geçtiğimiz günlerde bu tefrikaları yeni bir edisyondan geçirip ‘Enver Paşa’nın Eşi Naciye Sultan’ın Hatıraları’ ismiyle bastı. Biz de bu sayede onun hakkında ve onunla beraber diğer hanedan üyeleri hakkında birinci elden bilgi sahibi olduk.
ALTIN KAFESTEKİ BÜLBÜL
Ayşe Tarzıter Hanım, Şehzade Süleyman Selim Efendi’nin üçüncü karısıydı. Ondan doğan Naciye Hanım’sa ailenin tek kızıydı. Diğer kardeşleri onu sürekli koruyup kollarlardı ancak dönemin kadınları, özellikle de saraylılar evlerinden, bahçelerinden doğru düzgün dışarı çıkmadıkları için o kadar da “korunmaya muhtaç” değildiler.
Evet, Naciye Hanım’ın Feriye Sarayı’nda neredeyse bütün ihtiyaçları temin ediliyordu. Bir sürü hizmetçisi ve her hizmetçinin eğitimli olduğu bir işi vardı. Onlar da sarayın çeşitli odalarında yaşıyorlardı. Ne var ki bu kadar kalabalığa rağmen aile üyeleri bile çok sık bir araya gelmiyorlardı. Yemeklerini bile herkes kendi odasında yiyordu.
Evin kadınları yaşadıkları sıkıntıdan kaçmak için en ufak bir farklılığı bile büyük bir merakla takip ediyorlardı. Saraya gelen tiyatro toplulukları, müzisyenler, hokkabazlar, birinin evlilik hazırlığı, eve gelen terzilerden kumaş seçme merasimleri vb. derken ömürlerini geçiriyorlardı. Hatta bazen birinin ölümü bile gündelik hayatı değiştiren bir olay olarak görüldüğü için, “ölümden bile bir eğlence payı” çıkarılıyordu.
Babası Şehzade Süleyman Selim Efendi öldüğünde tahtta Sultan Abdülhamid vardı ve Sultan Abdülhamid, Naciye Hanım’ı oğlu Abdürrahim Efendi’yle evlendirmek istiyordu ama Naciye Hanım bu evliliği reddetti. Abdürrahim Efendi’nin evlilik baskısı, Sultan Reşad döneminde de sürünce Naciye Hanım en sonunda kendisine talip olanlardan birini seçmek durumunda kaldı. Bu kişi İttihat ve Terakki liderlerinden Enver Paşa’ydı.
‘BU, SEFALETLE İLK TEMASIMDI’
Ancak bir tuhaflık vardı. Naciye Hanım Enver Paşa’yı fotoğraftan da olsa görmüştü ama Enver Paşa (kuvvetle muhtemel) Naciye Hanım’ı görmemişti. Evlilik teklifi kabul edildiğinde de Berlin’de askerî ateşe olarak görev yapıyordu zaten.
Naciye Hanım ve Enver Paşa uzun müddet mektuplaştılar, bu suretle birbirlerini tanımaya çalıştılar. Peki ya evliliklerinde bir araya geldiler mi? Hayır, 1911’de Dolmabahçe’de gerçekleşen nikâh törenlerinde Naciye Hanım yalnızdı. İlk defa yüz yüze gelmeleri 1914’ün başlarında oldu. Düğünleri de 5 Mart 1914’te yapıldı.
I. Dünya Savaşı’nın eli kulağındayken memleket yoksulluk içindeydi ama Naciye Hanım ömrünü sadece lüks içinde geçirmemiş, doğru düzgün yoksul bir insan dahi görmemişti. O kadar yalıtılmış bir hayat sürüyordu yani. Nitekim, Bursa’daki Yıldız Köşkü’nde kaldıkları bir sıra, karşıdan iki çocuğuyla beraber perişan halde gelen hamile bir kadın görünce çok şaşırdı. Sorduğu sorular üzerine kadın, çocuklarının aç, erinin harpte olduğunu, çaresizlik yüzünden odun topladığını söyleyince alıp onu köşke götürdü, zavallının ihtiyaçlarını karşıladı. Bu tablo da Osmanoğulları’yla Osmanlı tebaasının ilişkisini özetler nitelikteydi.
‘SANA ÖLÜM HABERİM GELECEK, BU HABERE İNAN’
Naciye Hanım’la Enver Paşa’nın evlilikleri sürekli olaylı geçiyordu. Sabah akşam demeden evlerine birileri geliyor ve imzalanacak kağıtlar, verilecek emirler, koyulacak yasaklar bitmek bilmiyordu. Hatta bir seferinde gece vakti yatak odalarının kapısı çalınca Naciye Hanım evhamla kalkmıştı. Enver Paşa yaverlerinden biri olduğunu sanarak kapıyı açmaya yeltenmiş ama Naciye Hanım ona engel olmuştu. Sonradan bu kişinin bir suikastçı olduğu anlaşılmıştı.
Bir sabah Enver Paşa bazı kimselerle beraber gemiye atlayıp Odesa’ya gitti. Çok geçmeden Fransız işgalciler yalıyı bastılar. Naciye Hanım’la çocuklarını evden kovdular. Naciye Hanım da alabildiği kadar eşyayı alıp Sadaret Konağı’na yerleşti ama esas niyeti Enver Paşa’nın yanına, Almanya’ya geçmekti. Tabii ki onun yurtdışına çıkmasına müsaade etmediler. O da Enver Paşa’nın tanıdığı olan İtalyan İşgal Kuvvetleri Komutanı aracılığıyla bir İtalyan pasaportu aldı ve onun çocuklarının bakıcısı kimliğiyle yurtdışına çıktı.
Bu yıllarda Enver Paşa Özbekler’in oluşturduğu Basmacılar’la Sovyetler’e karşı savaşırken birkaç kere farklı ülkelerde tutuklandı. Bunlardan iki tanesi çok ilginçti: İlki, bir Alman uçağıyla Rusya’ya giderken uçağın Litvanya’ya yaptığı mecburi inişle Bolşevik sanılıp İngilizler tarafından tutuklanmasıydı. Kendisinin Türk değil, Alman olduğunu söylemişti ama onu dinleyen yoktu. Bir gün hapishane müdürü onun iyi resim yaptığını öğrenince Enver Paşa’yı evine getirdi. Enver Paşa da onların resmini yapıp altına “Malessa” diye imza attı çünkü kendine bu ismi vermişti. Derken evin Alman hizmetçine Bolşevik değil, sıradan bir Alman olduğunu anlatınca, onun girişimiyle serbest kaldı. Tabii bu sürede Malessa ismiyle pek çok tablo yaptı.
İkinci tutukluluğu Ukrayna’da gerçekleşti. İngilizler bu sefer onu başkasına benzetip tutuklamışlardı ama Alman komutan onu tanıdığı için bir plan yaptı: Enver Paşa hücresindeyken, üç beş Alman askeri sarhoş taklidi yaparak hücre önünde bağıra çağıra Almanca şarkı söylediler. İngilizler bu yüzden bir şey yapmadılar ama aslında Alman askerler Enver Paşa’yı nasıl kaçıracaklarını anlatıyorlardı. İkinci tutukluluğu da böylece son buldu ama İttihat ve Terakki liderleri peyderpey suikasta uğradıkları için onun da rahat bir nefes aldığı söylenemezdi.
Bir gün Naciye Hanım’a gizli bir mektup yazdı. “Sana ölüm haberim gelecek, bu habere inan ve çok ağlayıp feryat et. Öldüğümü düşünürlerse rahat hareket ederim,” dedi. Nitekim 1922’de beklenen ölüm haberi geldi. Naciye Hanım inanmadı tabii ama inanmış gibi ağladı. İşin tuhaf kısmıysa şuydu: Enver Paşa’nın ölüm haberi gerçekti. Kendisi Bolşeviklerin baskını sırasında öldürülmüştü.
‘YEMEK YİYEBİLMEK İÇİN KIŞ ORTASINDA PALTOSUNU SATMIŞTI’
Naciye Hanım daha sonra yurda dönüp Enver Paşa’nın kardeşiyle evlendi ama sırtını rahat bir yere yaslamadan beklenen gerçekleşti ve hanedan üyeleri için sürgün kararı çıktı. Bir kısmı Mısır’a, bir kısmı Libya’ya, bir kısmı İtalya’ya, bir kısmı da Fransa’ya gittiler. Kadınıyla erkeğiyle doğru düzgün para kazanacakları bir meslekleri olmadığından çok zorluk çektiler, hep cepten yediler. Hatta tek sorun para kazanmak değildi, haneden üyeleri para harcamayı, dahası ayağını yorganına göre uzatmayı da bilmiyorlardı. Bu da yaşadıkları sıkıntıyı katbekat arttırıyordu.
Öyle ki zamanla içlerinden bazılarının ilaç alacak parası dahi kalmamıştı. Bazıları yemek yiyebilmek için kış ortasında paltosunu satmış, bu yüzden zatürre olup ölmüştü. Bir köşede yahut metruk bir otel odasında tek başına ölenlerden bazılarının cenazesi bile ortada kaldı ve kimsesizler mezarlığına gömüldü. Karısına ve çocuklarına yük olduğunu düşünen bir başka hanedan üyesi de intihar etti. Ancak parasızlık yüzünden cenazesini belediyenin kaldıracağını bildiğinden, Müslüman adetlerine göre gömülmek için intihar etmeden gusül aldı, Kuran okudu, kefene girip çenesini bağladı… (Naciye Hanım bu kişilerin isimleri vermiyor, “bir akrabam” şeklinde anlatıyor.)
‘Enver Paşa’nın Eşi Naciye Sultan’ın Hatıraları’ kitabında bu gibi daha nice hüzünlü anı mevcut. Nice yerde de, sürgünden dönen bir sultanın memleketine kavuşmasının sevinci var. Ancak Babıali Baskını çok kısa geçiyor, Sarıkamış meselesi ise hiç yok… Hanedanın sürgününe dair bir sürü çalışma yapıldı, pek çok şey yazıldı çizildi. Osmanlı’nın son dönemini, sürgünü ve sürgünden dönüşü birincil bir kaynaktan okumak isteyenler bu kitabı da akıllarında tutabilirler.